consider me a satellite forever orbiting…

ne mutluydum halbuki…

okuldan erken çıkıp gelip üstümü değiştirip dışarı çıkıyorum. mutluluğuma uysun diye kırmızı bir atkı, siyah bir ressamcı şapkası…

herşey telefonumu kaybettiğim arada telefonu bulup kaynını arayan hayvandan bana hatıra kalan 170 liralık telefon faturasını öğrenmemle başlıyor. evlat acısı gibi o oturuyor bu bir.

sokaklarda böbreğimi çalmışlar gibi nasıl delicesine geziyorum. gelecek aya tasarruf planlarının içine bu fatura da eklenince vitrine mitrine bakamaz oluyorum. kafam yerde yürüyorum böyle. hıncımı ucuza kapatabildiğim külahtaki kavrulmuş yerfıstığının kabuklarından, 1 liralık kese kağıdı içindeki yeşil eriklerin çekirdeklerinden çıkarıyorum deli gibi sağa sola saça saça ilerliyorum (erikçi : abla hemşiremisin?). daha da uzaklara gitmek lazım, bu düzgün taşlı yollardan ayrılmak, biraz kafa dağıtmak…

böyle durumlarda bana iyi gelen bir yer var orayı körün bellediği gibi her seferinde tavaf edip içimi serinletip döneyim diyorum. bakır seslerinin, baharatçı kokularının, renk renk patiklerin, kilimlerin, kokulu sabunların arasında başım döne döne geziyorum. ben ordayken artık orda değilim aslında. herşeyi kucaklamak, tek tek koklamak, dokunmak istiyorum, tabi bir de hepsinden tatmak, hepsini takmak, ama param yok o zaman hepsini çalmak! evime doldurmak sonsuza kadar hiç çıkmamak evden. bir tezgahta paslı haçlar, yosun tutmuş kocaman kapı kilitleri, kilise şamdanları buluyorum.

– ne kadar?
+ 25 lira apla.
– eh gerçek değiller heralde, 25 lira olur mu şu caaanım şey?
+ eskiden de herkesin evinin kapısının anahtarı varmış, dolu var bunlardan. hemşire misin apla?

(içimden sktir diyorum tabi ki, hançerlerden birinin üzerine basılmış küçücük “hasan edem” yazısını görünce)

kilimleri elleyip, lavantalı keseleri koklayıp düş tekrar ana cadde yoluna. çantamın kopan sapını diktirmek için verdiğim ayakkabıcıda taht gibi koltuğa oturmuş şişko hacı kılıklı patronunun ayakkabısını eğilip silen zayıf çocuğun fotograflarına bakarken çırak resmen uykudan uyandırıyor beni müthiş sorusuyla”hemşire misin apla” diye. yeter lan diyorum artık. hemşire deyince akla gelenler malum… meğer burdaki özel hastanelerin birinde çalışan bir hemşireye çok benziyormuşum. öyle diyor ayakkabıcının çırağı. çıkarken arkamdan bağırıyor “medikal parka yolun düşerse git gör apla ikizin yeminle”.

Yürürken yolda gözüme ilişiyor, Tee-peem le hep gittiğimiz o küçücük blues çalan çatı katı kafe kapanıyormuş, camına “satılık” yazmışlar. boğazıma bişey oturmuş gibi oluyor. sadece senin bildiğin çok şahane bir grubun dağıldığını öğrenmek gibi bir duygu uyanıyor içimde. gittiğimizde sessiz sedasız işini yapıp birimize kırmızı diğerimize yeşil kupada çay, yanında kurabiye getirecek kimse olmayacak orada. Tee-pee “şu adama bak bayılıyorum yahu” demeyecek duvardaki kahkaha atan zenci adamın resmine bakıp. küçücük masaya sığmaya çalışıp müziği ciğerimize kadar çekemeyeceğiz. orayı başka bir şeye çevirirler muhtemelen kırmızı popüler koltuklu, duvarlarında rengarenk tablolar olan hamburgerci filan gibi bir yere. ruhunu çalarlar kafenin. bu boklu şehrin nesine zaten böyle bir yer…

p.s: ben neden herşeyi bu kadar dramatize ediyorum. eğer cehenneme gideceksem bir gün tanrımdan ricam zahmet etmesin ben kendi kendime yolu bulurum, öyle de iyiyim bu işte…

5 thoughts on “consider me a satellite forever orbiting…

  1. yazıyı ancak okuma fırsatı bulabildim. nie bu kadar geç derseniz ise size verecek bir cevabım olmaz. begendim ben. hemşire ortam kızıymış sanırım bu arada. takıl istersen çevren genişlesin. çantan bi daha koparsa beleşe diktirirsin falan. hemen maddi açıdan baktım olaya da. Sn yazar arakdaşımız denemecanın da nasıl tesadüfen buldugunu anlayamadım o fotoyu. devrik cümle kurma allahını görürsün!

Leave a Reply